Yazar: Psk. Umut Çınar
Bazen Almanya’da bir pazar sabahı, fırından yeni çıkmış bir Brötchen‘in kokusunu alırsınız. O koku size aittir, buradaki hayatınızın, düzeninizin, belki de çocuklarınızın kahkahalarının bir parçasıdır. O koku, sizin yeni yuvanızın, yani Heimat‘ınızın kokusudur.
Sonra birden, nereden geldiğini bilmediğiniz bir rüzgâr, burnunuza bir yaz akşamı Ege’deki bir sahil kasabasının iyotlu kokusunu getirir. Ya da bir anlığına, o Brötchen‘in yerini annenizin yaptığı sıcacık bir poğaçanın hayali alır. İçiniz bir cız eder. İşte o his, o tanıdık sızı, Sıla‘dır.
Almanya’da yaşayan bizler için hayat, çoğu zaman bu iki kelime arasında gidip gelen bir salıncak gibidir.
Heimat, Almancada sadece “vatan” demek değildir. Kök saldığın, kendini güvende hissettiğin, alışkanlıklarının olduğu yerdir. Mahalledeki o banktır, iş çıkışı selamlaştığın komşundur, her gün bindiğin U-Bahn’ın ritmik sesidir. Buraya ait bağlar kurduk, dostluklar edindik, bir düzen oturttuk. Burası artık bizim gerçeğimiz, çocuklarımızın anavatanı. Bunu kabullenmek, buraya ait hissetmek ne kadar güzelse, bir o kadar da karmaşık bir duygu, değil mi? Çünkü kalbin bir tarafı bunu söylerken, diğer tarafı başka bir melodi fısıldar.
O fısıltının adıdır Sıla. Sıla, coğrafi bir yerden çok daha fazlasıdır. Hasrettir. Bir bayram sabahı tüm ailenin bir araya geldiği o kalabalık sofradır. Çocukluğumuzun geçtiği sokağın bozuk kaldırımıdır. Dedemizin anlattığı bir masaldır. Sıla, içimizde taşıdığımız, asla eskimeyen, asla tam olarak terk edemediğimiz o sıcak, o tanıdık histir. Gurbette en mutlu anımızda bile, “Ah şimdi onlar da orada olsaydı…” diye iç geçirmemize sebep olan o tatlı hüzündür.
Bazen bu iki duygu arasında sıkışıp kaldığımızı hissederiz. Almanya’da kendimizi evimizde hissettiğimiz için memlekete ihanet ediyormuşuz gibi bir suçluluk duyarız. Veya Türkiye’yi çok özlediğimizde, buradaki hayatımıza yeterince adapte olamadığımızı düşünüp kendimizi yargılarız.
Sanki birini seçmek zorundaymışız gibi…
Peki, ya zorunda değilsek?
Ya bu durumu bir sıkışmışlık olarak değil de bir zenginlik olarak görebilsek? Kalbimizin iki farklı coğrafyada, iki farklı kültürde atabilme kapasitesine sahip olması ne kadar müthiş bir şey aslında. Hem Alman disipliniyle plan yapıp hem de bir Türk kahvesinin hatırını kırk yıl sayabilmek… Hem buranın sakinliğinde huzur bulup hem de memleketin o tatlı kaosunu özlemek…
Bunlar bir eksiklik değil, bir bütünün parçaları. Bizler, ne oraya ne de buraya ait olamayan “kayıp” insanlar değiliz. Bizler, her iki kültürü de ruhunda harmanlayabilen, iki dilde rüya görebilen, kalbi coğrafyalardan daha geniş olan insanlarız.
Görünmez bavulumuzda getirdiğimiz Sıla‘yı, burada inşa ettiğimiz Heimat‘ın en güzel köşesine yerleştirebiliriz. Birini diğerine feda etmek zorunda değiliz.
Bir dahaki sefere o iki his arasında kaldığınızda, kendinize kızmayın. Sadece gülümseyin. Çünkü bu, sizin ne kadar zengin bir iç dünyaya sahip olduğunuzun en güzel kanıtı.
Siz, iki kelime arasına bir hayat sığdırabilenlerdensiniz. Ve bu, gerçekten çok değerli.